7 Ağustos 2022 Pazar

Denizde 'ben'...



Denizde ben şahaneyim... :) 

Denizde ben; sadece Seçil'im. 

Denize karışmışım, bir parçası olmuşum adeta. 

Tıpkı bir balık gibi veya deniz atı...

Denizin içindeki taşların renklerinin daha güzel daha parlak göründüğü gibi benim de kollarım, bacaklarım, saçlarım her bir noktam denizin içindeyken daha hoş, hareketlerim estetik...

Düşüncelerim olumlu, ruhum huzurlu.

Ben, ben'im sadece ve denizdeyim, iyiyim.

Sırtüstü yatıyorum denizde, açılmışım biraz; altımda muhteşem mavilikte bir deniz, yukarıda gökyüzü bulutsuz, harika; mavinin başka bir muhteşem tonu. Ve ben, onların arasında -belki de içinde- bir kadın.

Yalın. Sakin. 

Her şeyiyle kendini denize teslim etmişçesine oradayım. Andayım. 

Nefes alıyorum, veriyorum, duyuyorum. 

Şükrediyorum, teşekkürlerimi, minnetimi sunuyorum o an, orada bu denli huzuru, dinginliği, 'yaşamı' tattığım için.

💙 

28 Ocak 2022 Cuma

Hayat sürüklüyor bir yerlere...

Hayatta herşey insan için.
Üç yıl beraber yaşadığım anneannem ve dedemden öyle çok şey öğrendim ki... Makedonya'dan biri Üsküp'ten biri Kumanova'dan kalkmış gelmişler, komünizmden kaçmışlar doğrusu. Dedem savaşa katılmış, aç, susuz, zor savaş günleri yaşamış, İstanbul'da ev, iş bulma, ailesini doğdukları topraklardan uzak bir yerde varedebilme uğraşı vermiş. Gün gelmiş evleri çökmüş, gün gelmiş birkaç aile, çoluk çocuk bir evde sıkış pıkış yaşamak zorunda kalmışlar. Yazımın en başında söylediğim söz de dedemden sık sık duyduğum bir nasihattır. Aslında o, yaşadığımız olayların sonunda söylerdi bu cümleyi. Öyle uygundu ki hastalık, çatışma, saldırı, siyaset, abartılı eğlenceler, sosyete denilen yaşam tarzı-insan topluluğu, terör her her şey insan için...
Ben artık İzmir'de yaşıyorum. Bu noktayı koyalı 14 yıl olmuş. Uzun bir zaman sonra yeniden blog sayfamı açtım ve  taslaklarımdan bu dikkatimi çekti, devam ettirerek dönmek istedim :) Yazmaya hep devam etsem de paylaşmamıştım. Şimdi de çok insanın okuyacağını düşündüğümden değil ama yine de içimden geldi işte aktifleştirmek istedim sayfamı.. 
Yıllar içerisinde şehirler değiştirdim, ama yine İzmir'e döndüm, Karaburun'dayız. Şehirden uzaktayız, deniz kenarında bir balıkçı kasabası denebilir filmlerden fırlamış bir tabirle; yazın hareketli kalabalık oluyor, kışın nispeten tenha. Bir Anaokulu, bir İlkokul, bir Ortaokul ve bir Lise var -malum artık 2008'deki Seçil'de olmayan iki çocuğum var okul mevzusu önemli-.  Cafe yok, çay bahçesi var. Bir pastane ve bir fırın var. Her neyse bir yıldan fazla süren alışma ve sevmeye direnme sürecinin ardından yaşadığım yeri yeni yeni kabule geçtim. Burada olmaktan, burada kurduğum düzenimden memnunum diyebilirim.
Yıllar önce bu yazıya başlarken başlık olarak seçtiğim cümle ile yazının ilk cümlesi zihnimdeki hüzünlü noktalara dokundu ve journaling yazdıktan sonra buraya sıçradım, yazmaya devam ettim. Uzun bir ara vermemek dileğiyle yazımı burada bitiriyorum... :)

27 Eylül 2009 Pazar

Sadece birkaç cümle; başlangıç olarak...




Bir konak...
Bir adam...
İki kadın... Zengin ve yani güçlü bir adam ve iki hanımı bu büyük konakta...
Bir kadın İzmirli, diğeri İstanbullu...
İzmirli hanımına duvarında koskoca izmir resmi olan bir oda,
ve istanbullu hanımına duvarında koskoca istanbul resmi olan bir oda...
İki ayrı aşk, tutku, beraberlik bir konakta...
Görünürde eşit davranılan iki kadın...
Peki ya duygular? Hisler?
AŞK???

16 Kasım 2008 Pazar

Yeni Şehrim

İzmir...

Yaşadığım şehri değiştirdim. İşim, yuvam, iletişim gücüm, hayata bakışım, denizim, gökyüzüm, "Evli misin?" sorusuna yanıtım, sorumluluklarım, yemek ve temizlik yapma sıklığım, uyanma saatim, tuttuğum takım, kimi alışkanlıklarım ve daha birçok şey değişti yaşamımda.
İzmir'de bulutlu bir akşamüstü ilk fotoğrafta...
İzmir'i seviyorum.




Ve İnciraltı. Uzun, cafelerle dolu sahili, sandalları, balık tutan İzmirlileri, az da olsa balık-ekmekçileri ile sevdiğim keyif aldığım İzmir'in bir köşesi. Eskiden savaşlara katılmış bir savaş gemisi müze haline getirilmiş burda, eski hali korunmakta. Denizaltısı bile var ve gezilebiliyor. Hava kapalıydı, o güneşin parıl parıl olduğu bir pazar değildi gittiğimizde ama gökyüzünün grisi ayrı bir hava kattı gibi geliyor fotoğraflarıma. Ya da bu benim bugünki ruh halimden dolayı bana hoş geliyor. Bilemiyorum, karar veremedim.


Ülkemin ve dünyanın sıkıntılı geçirdiği bu günlerde, çalıştığım yerde de işten çıkarılmaların başlamasıyla ruhum fazlasıyla bunalmaktai içime sığmamakta. Umarım herşey iyi olur...

15 Şubat 2008 Cuma

İstanbul'dan bir anne hikayesi...



Ayşe bir cuma akşamı işyerinden çıktı, metroya bindi , çok kalabalık olduğundan ortada kaldı , baktı ; tutunacak yer yoktu. O gün hevesle taktığı kavuniçi renkli şalının püskülleriyle oynamaya ve düşünmeye daldı. Düşündüklerine kendisi de inanamıyordu; keyifle ve heyecanla birkaç kere izlediği Spy Game filmi geldi aklına, iki profesyonel ajan vardı filmde, biri (Robert Redford) diğerini (Brad Pitt) yetiştiriyordu, bildiği herşeyi öğretiyordu ona. Bulunduğu her ortamda, her insanı , her eşyayı, her olayı, her her şeyi takip ediyorlardı, bazen yansımalardan izliyorlar, insanların mimiklerinden, vücut dilinden ne düşündüklerini- durumlarını tahmin ediyorlar, biriyle konuşurken aynı anda başkalarının konuşmalarını dinliyorlar, hiç tanımadıkları birilerinin evlerine girmeyi beceriyorlardı. Ajanlık gerçekten buydu ve onun da bir an için metrodaki tüm bu insanların o anda ne düşündüğünü, hayatlarını, sıkıntılarını merak etti ve başladı tahminler yürütmeye. Buna devam ederken yüzüne masum bir gülücük takıldı, atamadı yüzünden bu ifadeyi. Öylece hiçbir yere tutunmadan, gülümseyerek metroda giden yalnız kadının aklından neler geçtiğini hiç kimse tahmin bile edemezdi, inerken de aynı keyifli, sıcacık gülücükle, insanlara düşünceli düşünceli bakarak yürüyordu. Metronun çıkışında duyduğu şarkıyla dikkati dağıldı ama daha da keyiflenmişti. "Sevmekten kim usanır, tadına doyum olmaz, hangi gönül uslanır, sevenle oyun olmaz...". Cebindeki bozuk paralardan müzisyen kıza verdikten sonra ona çok teşekkür etti ve huzurlu bir akşam diledikten sonra evin yolunu tuttu. Hızlı hızlı yürüyordu, biran önce kızına sımsıkı sarılmak, onu koklamak, doyasıya öpmek için koşarmışçasına yürüyordu. Elif 4 yaşındaydı, akıllı, komik, sevimli, bıcır bıcır bir kız çocuğuydu; uslu denilemezdi ama söz dinlerdi, sorun çıkarmazdı.Yuvaya gidiyordu , oradan henüz hiçbir şikayet getirmemişti annesine. Ayşe ise girdiği her ortamda konuşması dinlenir, esprilerine gülünür akıllı bir iş kadınıydı. Başarılı ve güçlü bir kadın imajı çiziyordu. Haftasonunu kızının istediği gibi geçireceklerine söz vermişti, acaba ne isteyecekti cimcime kızı merakla kapıyı çaldı. Şarkı söyleyerek geliyordu Elif , duyuyordu Ayşe apartmandan ayak seslerini onun, kapıyı açtığı gibi atladı kucağına annesinin İyi ki doğdun anneeeee diye bağırarak, sabah işyerinde farketmişti doğum günü olduğunu ama tamamen aklından çıkmıştı ilerleyen saatlerde, müthiş bir sürpriz olmuştu bu! Kızı onun için bakıcısının yardmıyla harika bir sofra hazırlamış ve en sevdiğinden çikolatalı bir pasta seçmişti. Bundan daha güzel ne olabilirdi ki hayatta...



NOT: Fotoğraf çok aradım yazıya ama beğenemedim bir türlü. Bu fotoğraf ile yazının bağlantısı İstanbul ve benim seçimim-beğenim :))

7 Şubat 2008 Perşembe

Mimlendimmm :))



İlk mim'im :) Hayırlı, uğurlu olsun. Daha nicelerine hep beraber inşallah... :))
Teşekkür ediyorum Sem'e.
Konu: Yapmak zorunda olduğumuz halde bir türlü yapamadığımız kolay işler
.

Çocuk olmak -belki de çocuk kalmak- istiyordu. Zaman ona birikim, bilgi, tecrübe katmıştı fakat ondan huzur, güven, arkadaşlarını hatta dostlarını, yaşama sevincini, olumlu beklentilerini, hayallerini almıştı. Endişeleriyle yaşar olmuştu uçuk kaçık hayaller yerine. Hüzünlü şarkılar dinler olmuştu fıkır fıkır şarkılar dinleyip dans etmek yerine. Keyif almaz olmuştu hayattan, akışına bırakmıştı herşeyi, "Amaaan olursa olur, olmazsa olmaz ne zorlayacağım yaa! Bıktım yaşamaktan, uğraşmaktan, didinmekten, olmuyor işte hiçbir şey istediğim gibi olmuyor." diyor hayatındaki insanları, sorumluluklarını, sosyal hayatını, işini, evini... herşeyini ihmal ediyordu.
Yanlız yaşıyordu, yedi yıl önce ailesinden ayrı eve çıkmıştı, işine, denize, ucuz marketlere yakındı Moda'daki küçücük evi. Haftasonları çalışmaması işinin en hoşuna giden yanlarından biriydi. Son birkaç haftasonlarını tembellik yaparak, bütün gününü internette gezinerek, tv seyrederek, kitap okuyarak geçirmekteydi. Oysa evini temizlemesi, yemek yapması (sürekli dışardan yiyordu ya da ekmek arası birşeylerle geçiştiriyordu), odasını, giysilerini, kitaplarını düzenlemesi gerekiyordu. Cumartesi gününe Moda sahilinde, puslu bir İstanbul sabahında, yağmur yağdı yağacak diyerek, Şebnem Ferah'ın son albümünü dinleyerek yaptığı bir buçuk saatlik bir yürüyüş ile başladı. Hayrandı ona. Şarkıları hem yarasını kaşındırıyordu tatlı tatlı hem de güç veriyordu, cesaretlendiriyordu onu, yaşa diyordu, sımsıkı sarıl hayata, istersen yapabilirsin, inanırsan başarabilirsin, üstesinden gelebilirsin, yeter ki karar ver, iste, inan ve harekete geç! Belki de şarkıda değildi teşvik eden içindeki sesti bilmiyordu. O an önemli olan karar vermesi, istemesi, inanması ve yürüyüşünü bitirip evde kahvaltısını çabucak yiyip ihmal ettiği, ertelediği, boşverdiği tüm işlere evinden başlamasıydı. Evindeki dağınıklığı toparlamakla başladı, temizlikle devam etti. Birkaç saatini almıştı işler; yanlız bu saatlerin sonrasında durup şöyle bir etrafına baktığında evinin aslında ne kadar da yaşanılası, sevimli olduğunu yeniden keşfetti, gülümsedi.
Sıra kendisine gelmişti; haftalardır kendisini de ihmal ediyordu. Günlük cilt bakımını yapmıyor, elleri kuruduğu halde nemlendirici sürmüyor, saçlarına fön çekmiyor, hatta zaman zaman aynaya bile bakmıyordu (bunun nedeni basitti, korkuydu; karamsar ruhunun yüzüne yansıdığını biliyordu, o halini görmek istemiyordu). Duş aldı ardından yavaş yavaş, keyif alarak, önemseyerek, beğenerek kendisiyle ilgilendi, aynaya baktı dakikalarca, inceledi, keşfetti...
Ve işte uzun süredir yapması gereken işleri yapmış olmanın rahatlığıyla (yükünü atmışlığıyla) kendisine nefis kokusuyla mest olduğu sade bir türk kahvesi yaptı, yanına çikolatasını aldı, Çikolata Filmini izlemeye koyuldu. Bu sıcacık filmi seviyordu, kırmızı peleriniyle kasabaya gelen bu kadın çikolatayla harikalar yaratıyor, dükkanından yayılan kokularla herkesi davet ediyordu bu lezzeti tatmaya, dükkanını kapatmak için elinden geleni ardına koymayan belediye başkanına rağmen varolmayı başarıyordu kasabada. O da karar vermişti o gün, inanmıştı, ve harekete geçmişti tüm olumsuzluklara rağmen, engellere, zorluklara rağmen bu hayatı olabildiğince iyi yaşayacaktı; hayatı çeşit çeşit çikolata tadında olacaktı, acısı da olacaktı...

13 Ocak 2008 Pazar

Bir insan...




Hayat ona beklemediği zamanlarda beklemediği kişiler tarafından tokatlar atıyordu. O güvendikçe, karşısına çıkan insanlar daha sert tokatlar hatta yumruklar atmaya devam ettiler. Yıllar geçti, kendisi büyüdü, çocuklar büyüttü ancak işi büyümedi, işi onu hep yarı yolda bıraktı, hep sert çıktı, hep tokat attı hatta yumrukladı; o ise hep sustu, çözüm yolları düşündü, araştırdı taraştırdı, mücadele etti...

O'nun yanında zor zamanında gidebileceği, destek olacağına inanabileceği hiç kimsesi yoktu.
Ya da belki vardı ama o bunun farkında değildi. Ne kadar kötü değil mi; desteğini, yardımını, sıcak ve samimi gülümsemesini esirgemeyecek, sonuna kadar sunacak olan biri var ama o bunun farkında değil...

Yaratan'a isyan etmiyordu ama kırıktı kalbi; kimseye kötülük etmediğini biliyordu hatta zaman zaman fazlasıyla yardım ederdi de neden iyi insan çıkarmamıştı karşısına, neden hep onaydı bu kadar aksilikler??? Hep mi yanlış zamanda, yanlış yerde, yanlış kişilerle oldu, 30 senedir mi yani??? Bu sorular, sorgulamalar, özeleştiriler, ders çıkarmalar bütün huzurunu, yaşama sevincini yokediyor, bir sis bulutu gibi çöküyordu üzerine, dağılmıyordu...

Yaşadıkları öyle ardarda sıralandı ki kendisi ve ailesi de tabi ki kendilerini bir anda müthiş bir sıkıntı, huzhursuzluk bataklığının içerisinde buldular.
Kurtulmak çok zordu.
Mücadele etmeleri, birlikte, omuz omuza, inanarak sarılmaları gerekiyordu hayata.


NOT: Bunu başaracaklar! İnanın :) Evet kader yazılmıştır ama pozitif düşünmek diye de birşey var, iyi şeyler olacağına inanmak, bunun için çalışmak, çabalamak vee o MUTLU SON'u beklemek... Acı sonları oldum olası sevmem :))