16 Kasım 2008 Pazar

Yeni Şehrim

İzmir...

Yaşadığım şehri değiştirdim. İşim, yuvam, iletişim gücüm, hayata bakışım, denizim, gökyüzüm, "Evli misin?" sorusuna yanıtım, sorumluluklarım, yemek ve temizlik yapma sıklığım, uyanma saatim, tuttuğum takım, kimi alışkanlıklarım ve daha birçok şey değişti yaşamımda.
İzmir'de bulutlu bir akşamüstü ilk fotoğrafta...
İzmir'i seviyorum.




Ve İnciraltı. Uzun, cafelerle dolu sahili, sandalları, balık tutan İzmirlileri, az da olsa balık-ekmekçileri ile sevdiğim keyif aldığım İzmir'in bir köşesi. Eskiden savaşlara katılmış bir savaş gemisi müze haline getirilmiş burda, eski hali korunmakta. Denizaltısı bile var ve gezilebiliyor. Hava kapalıydı, o güneşin parıl parıl olduğu bir pazar değildi gittiğimizde ama gökyüzünün grisi ayrı bir hava kattı gibi geliyor fotoğraflarıma. Ya da bu benim bugünki ruh halimden dolayı bana hoş geliyor. Bilemiyorum, karar veremedim.


Ülkemin ve dünyanın sıkıntılı geçirdiği bu günlerde, çalıştığım yerde de işten çıkarılmaların başlamasıyla ruhum fazlasıyla bunalmaktai içime sığmamakta. Umarım herşey iyi olur...

15 Şubat 2008 Cuma

İstanbul'dan bir anne hikayesi...



Ayşe bir cuma akşamı işyerinden çıktı, metroya bindi , çok kalabalık olduğundan ortada kaldı , baktı ; tutunacak yer yoktu. O gün hevesle taktığı kavuniçi renkli şalının püskülleriyle oynamaya ve düşünmeye daldı. Düşündüklerine kendisi de inanamıyordu; keyifle ve heyecanla birkaç kere izlediği Spy Game filmi geldi aklına, iki profesyonel ajan vardı filmde, biri (Robert Redford) diğerini (Brad Pitt) yetiştiriyordu, bildiği herşeyi öğretiyordu ona. Bulunduğu her ortamda, her insanı , her eşyayı, her olayı, her her şeyi takip ediyorlardı, bazen yansımalardan izliyorlar, insanların mimiklerinden, vücut dilinden ne düşündüklerini- durumlarını tahmin ediyorlar, biriyle konuşurken aynı anda başkalarının konuşmalarını dinliyorlar, hiç tanımadıkları birilerinin evlerine girmeyi beceriyorlardı. Ajanlık gerçekten buydu ve onun da bir an için metrodaki tüm bu insanların o anda ne düşündüğünü, hayatlarını, sıkıntılarını merak etti ve başladı tahminler yürütmeye. Buna devam ederken yüzüne masum bir gülücük takıldı, atamadı yüzünden bu ifadeyi. Öylece hiçbir yere tutunmadan, gülümseyerek metroda giden yalnız kadının aklından neler geçtiğini hiç kimse tahmin bile edemezdi, inerken de aynı keyifli, sıcacık gülücükle, insanlara düşünceli düşünceli bakarak yürüyordu. Metronun çıkışında duyduğu şarkıyla dikkati dağıldı ama daha da keyiflenmişti. "Sevmekten kim usanır, tadına doyum olmaz, hangi gönül uslanır, sevenle oyun olmaz...". Cebindeki bozuk paralardan müzisyen kıza verdikten sonra ona çok teşekkür etti ve huzurlu bir akşam diledikten sonra evin yolunu tuttu. Hızlı hızlı yürüyordu, biran önce kızına sımsıkı sarılmak, onu koklamak, doyasıya öpmek için koşarmışçasına yürüyordu. Elif 4 yaşındaydı, akıllı, komik, sevimli, bıcır bıcır bir kız çocuğuydu; uslu denilemezdi ama söz dinlerdi, sorun çıkarmazdı.Yuvaya gidiyordu , oradan henüz hiçbir şikayet getirmemişti annesine. Ayşe ise girdiği her ortamda konuşması dinlenir, esprilerine gülünür akıllı bir iş kadınıydı. Başarılı ve güçlü bir kadın imajı çiziyordu. Haftasonunu kızının istediği gibi geçireceklerine söz vermişti, acaba ne isteyecekti cimcime kızı merakla kapıyı çaldı. Şarkı söyleyerek geliyordu Elif , duyuyordu Ayşe apartmandan ayak seslerini onun, kapıyı açtığı gibi atladı kucağına annesinin İyi ki doğdun anneeeee diye bağırarak, sabah işyerinde farketmişti doğum günü olduğunu ama tamamen aklından çıkmıştı ilerleyen saatlerde, müthiş bir sürpriz olmuştu bu! Kızı onun için bakıcısının yardmıyla harika bir sofra hazırlamış ve en sevdiğinden çikolatalı bir pasta seçmişti. Bundan daha güzel ne olabilirdi ki hayatta...



NOT: Fotoğraf çok aradım yazıya ama beğenemedim bir türlü. Bu fotoğraf ile yazının bağlantısı İstanbul ve benim seçimim-beğenim :))

7 Şubat 2008 Perşembe

Mimlendimmm :))



İlk mim'im :) Hayırlı, uğurlu olsun. Daha nicelerine hep beraber inşallah... :))
Teşekkür ediyorum Sem'e.
Konu: Yapmak zorunda olduğumuz halde bir türlü yapamadığımız kolay işler
.

Çocuk olmak -belki de çocuk kalmak- istiyordu. Zaman ona birikim, bilgi, tecrübe katmıştı fakat ondan huzur, güven, arkadaşlarını hatta dostlarını, yaşama sevincini, olumlu beklentilerini, hayallerini almıştı. Endişeleriyle yaşar olmuştu uçuk kaçık hayaller yerine. Hüzünlü şarkılar dinler olmuştu fıkır fıkır şarkılar dinleyip dans etmek yerine. Keyif almaz olmuştu hayattan, akışına bırakmıştı herşeyi, "Amaaan olursa olur, olmazsa olmaz ne zorlayacağım yaa! Bıktım yaşamaktan, uğraşmaktan, didinmekten, olmuyor işte hiçbir şey istediğim gibi olmuyor." diyor hayatındaki insanları, sorumluluklarını, sosyal hayatını, işini, evini... herşeyini ihmal ediyordu.
Yanlız yaşıyordu, yedi yıl önce ailesinden ayrı eve çıkmıştı, işine, denize, ucuz marketlere yakındı Moda'daki küçücük evi. Haftasonları çalışmaması işinin en hoşuna giden yanlarından biriydi. Son birkaç haftasonlarını tembellik yaparak, bütün gününü internette gezinerek, tv seyrederek, kitap okuyarak geçirmekteydi. Oysa evini temizlemesi, yemek yapması (sürekli dışardan yiyordu ya da ekmek arası birşeylerle geçiştiriyordu), odasını, giysilerini, kitaplarını düzenlemesi gerekiyordu. Cumartesi gününe Moda sahilinde, puslu bir İstanbul sabahında, yağmur yağdı yağacak diyerek, Şebnem Ferah'ın son albümünü dinleyerek yaptığı bir buçuk saatlik bir yürüyüş ile başladı. Hayrandı ona. Şarkıları hem yarasını kaşındırıyordu tatlı tatlı hem de güç veriyordu, cesaretlendiriyordu onu, yaşa diyordu, sımsıkı sarıl hayata, istersen yapabilirsin, inanırsan başarabilirsin, üstesinden gelebilirsin, yeter ki karar ver, iste, inan ve harekete geç! Belki de şarkıda değildi teşvik eden içindeki sesti bilmiyordu. O an önemli olan karar vermesi, istemesi, inanması ve yürüyüşünü bitirip evde kahvaltısını çabucak yiyip ihmal ettiği, ertelediği, boşverdiği tüm işlere evinden başlamasıydı. Evindeki dağınıklığı toparlamakla başladı, temizlikle devam etti. Birkaç saatini almıştı işler; yanlız bu saatlerin sonrasında durup şöyle bir etrafına baktığında evinin aslında ne kadar da yaşanılası, sevimli olduğunu yeniden keşfetti, gülümsedi.
Sıra kendisine gelmişti; haftalardır kendisini de ihmal ediyordu. Günlük cilt bakımını yapmıyor, elleri kuruduğu halde nemlendirici sürmüyor, saçlarına fön çekmiyor, hatta zaman zaman aynaya bile bakmıyordu (bunun nedeni basitti, korkuydu; karamsar ruhunun yüzüne yansıdığını biliyordu, o halini görmek istemiyordu). Duş aldı ardından yavaş yavaş, keyif alarak, önemseyerek, beğenerek kendisiyle ilgilendi, aynaya baktı dakikalarca, inceledi, keşfetti...
Ve işte uzun süredir yapması gereken işleri yapmış olmanın rahatlığıyla (yükünü atmışlığıyla) kendisine nefis kokusuyla mest olduğu sade bir türk kahvesi yaptı, yanına çikolatasını aldı, Çikolata Filmini izlemeye koyuldu. Bu sıcacık filmi seviyordu, kırmızı peleriniyle kasabaya gelen bu kadın çikolatayla harikalar yaratıyor, dükkanından yayılan kokularla herkesi davet ediyordu bu lezzeti tatmaya, dükkanını kapatmak için elinden geleni ardına koymayan belediye başkanına rağmen varolmayı başarıyordu kasabada. O da karar vermişti o gün, inanmıştı, ve harekete geçmişti tüm olumsuzluklara rağmen, engellere, zorluklara rağmen bu hayatı olabildiğince iyi yaşayacaktı; hayatı çeşit çeşit çikolata tadında olacaktı, acısı da olacaktı...

13 Ocak 2008 Pazar

Bir insan...




Hayat ona beklemediği zamanlarda beklemediği kişiler tarafından tokatlar atıyordu. O güvendikçe, karşısına çıkan insanlar daha sert tokatlar hatta yumruklar atmaya devam ettiler. Yıllar geçti, kendisi büyüdü, çocuklar büyüttü ancak işi büyümedi, işi onu hep yarı yolda bıraktı, hep sert çıktı, hep tokat attı hatta yumrukladı; o ise hep sustu, çözüm yolları düşündü, araştırdı taraştırdı, mücadele etti...

O'nun yanında zor zamanında gidebileceği, destek olacağına inanabileceği hiç kimsesi yoktu.
Ya da belki vardı ama o bunun farkında değildi. Ne kadar kötü değil mi; desteğini, yardımını, sıcak ve samimi gülümsemesini esirgemeyecek, sonuna kadar sunacak olan biri var ama o bunun farkında değil...

Yaratan'a isyan etmiyordu ama kırıktı kalbi; kimseye kötülük etmediğini biliyordu hatta zaman zaman fazlasıyla yardım ederdi de neden iyi insan çıkarmamıştı karşısına, neden hep onaydı bu kadar aksilikler??? Hep mi yanlış zamanda, yanlış yerde, yanlış kişilerle oldu, 30 senedir mi yani??? Bu sorular, sorgulamalar, özeleştiriler, ders çıkarmalar bütün huzurunu, yaşama sevincini yokediyor, bir sis bulutu gibi çöküyordu üzerine, dağılmıyordu...

Yaşadıkları öyle ardarda sıralandı ki kendisi ve ailesi de tabi ki kendilerini bir anda müthiş bir sıkıntı, huzhursuzluk bataklığının içerisinde buldular.
Kurtulmak çok zordu.
Mücadele etmeleri, birlikte, omuz omuza, inanarak sarılmaları gerekiyordu hayata.


NOT: Bunu başaracaklar! İnanın :) Evet kader yazılmıştır ama pozitif düşünmek diye de birşey var, iyi şeyler olacağına inanmak, bunun için çalışmak, çabalamak vee o MUTLU SON'u beklemek... Acı sonları oldum olası sevmem :))





4 Ocak 2008 Cuma

Kışın en güzel yanı...




Kış aylarında, akşam saatlerinde odasını dağıtmaz, oyuncaklarıyla oynamaz, annesini bağırtmaz -ya da çıldırtmaz da diyebiliriz-, arkadaşına gitmezdi sokağa da çıkmazdı. Ne mi yapardı? Haberleri takip eder, sabırsızlıkla hava durumuna sıra gelmesini bekler, çıt çıkarmaz otururdu bir yetişkin gibi. Acaba kar yağacak mıydı??? Merakla takip ederdi, içinden anneannesinin öğrettği bütün duaları okurdu, Allah Baba'dan kar yağdırmasını dilerdi. Geceleri odasının perdesini kapatmaz, kar havası pembeliğini beklerdi. Yılbaşı gecesi yağmamıştı kar çok üzülmüştü bu duruma.
Cuma günü tatil coşkusu sarmıştı, unutmuştu kar yağmadı, kartopu oynayamadı sıkıntısını. Sabah uyandı, kahvaltısını etti annesiyle beraber; annesi babasının o gün akşam okul çıkışında onu alacağını, babasını beklemesini söyledi, hasta olan arkadaşlarına çok yakın davranmamasını tembih etti -grip salgındı bulaşmasını istemezdi- ve ekledi "Ne'me lazım belki haftasonu kar yağar, kar topu oynamaya çıkarız ama sen hasta olursan evde camdan izleriz oynayanları!". Çocuk uyanmadan önce sabah haberlerinde duymuştu annesi; haftasonu kar bekleniyordu, süpriz olsun istiyordu oğluna, biliyordu ne kadar sabırsızlıkla beklediğini... Akşam oldu, babası okulun dış kapısında bekliyordu oğlunu; birbirlerini bulmaları kolay oldu. Eve geldiklerinde akşam yemeği hazırdı, çocuğun en sevdiği pudingden yapmıştı annesi. Hep beraber sofraya oturdular, yemeklerini yediler, günlerini nasıl geçirdiklerinden, çocuğun matematik sınavından, patlayan bombalardan bahsettiler. Çocuk anlayamıyordu; ne yapmıştık ki biz onlara, neden orayı burayı bombalıyorlardı, neden birilerini öldürmek istiyorlardı diye sorular soruyordu. Anne ve baba her ne kadar açıklamaya çalışsa da, çocuğun bu küçük yaşta bu gibi olayları kavraması, tazecik beyninde çözümlemesi oldukça güçtü.
Yemekleri ve sofra sohbetleri bittikten sonra televizyon seyrederken uyuyakalmıştı, okulda iki dersleri beden eğitimiydi futbol oynamıştı, yorgun düştü.
Sabah annesi önce en sevdiği şarkıyı ayarladı, odasının perdesini açtı ve uyandırdı; merakla bekliyordu oğlunun sevincini, heyecanını. Nazlı nazlı gözlerini ovuşturarak açmaya çalışırken yağan karı görür görmez sıçrayarak kalktı yatağından, gözleri açılmıştı hemen, müthiş bir gülümsemeyle dışarıya bakıp zıplıyordu olduğu yerde. Elinde olsa camdan fırlayacaktı dışarıya... Hemen çıkmak istedi, arkadaşlarını çağırıp kartopu oynamak, kardanadam yapmak. Önce kahvaltı ettirdi annesi (cebren) hemen sonra kaban, atkı, bere, eldiven kuşanıp, sırayla arkadaşlarını çağırmak üzere evden fırladı.

Çocuk erdi muradına biz çıkalıııım.... nereye olsa??? (En iyisi herkes istediği yere çıksın :))

2 Ocak 2008 Çarşamba


Kapalı güneşsiz bir kış günüydü; bu mevsimi sevmediğini bir kez daha hissetti. Hiçbir şeyin tam olmadığı, bütün olumsuzlukların üst üste yaşandığı o gün hayata dair yaşamaya dair geleceğine dair tüm isteğini, heyecanını, beklentilerini kaybetmişti. Hani öyle olur ya aksilikler hep üst üste gelir, biri bitmeden diğeri, iyi hiçbir şey olmuyormuş gibidir bütün dünyada… İş hayatı, aile ilişkileri, akraba ilişkileri, arkadaş ilişkileri hal bu ya hepsi birden tepetaklak olmuştu birkaç günde.

Yalnız bir ses vardı, bir erkeğin sesi; bir destek, bir dayanak, sığınacağı onu bekleyen bir adam, kilometrelerce uzakta yaşayan ama içinde onunla nefes alan, huzur kaynağı olarak tanımladığı (oysa ki dünyadaki en olumsuz insanlardan biriydi ama nasıl oluyorsa huzur veriyordu ona, bu durumu anlayamıyordu, aşk işte şeklinde açıklanabilirdi belki…), kalp ritmini değiştiren, ilki (sonu olmasını diliyordu), uğruna her şeyden vazgeçebileceği, ruhu gibi, ihtiyaç duyduğu hatta muhtaç olduğu bir sevgili, bir eş, bir erkeğin sesi…

Kendini çaresiz, yalnız hissettiği zamanlarda o ses ona umut veriyordu. Öyle ki kendini bazen sağlam, bazen güzel, bazen kadın, bazen dünyaya gözlerini birkaç saat önce açmış bir bebek gibi görmesini sağlıyordu bu ses. Kızgın bile olsa unutuyordu öfkesini, karşısında olsa sımsıkı sarılır, çekerdi kokusunu içine bırakmamak istercesine.

Ayrı oldukları bir gün yazmıştı bu cümleyi, anlatıyor O'nsuz olamadığını, yaşamayı beceremediğini ve en önemlisi koparıp atamadığını kavuşma arzusuyla birleşen ümidini; "Ve ben hamile bir annenin içinde bebeğini taşıdığı, büyüttüğü gibi günün birinde aşkımıza kaldığımız yerden devam edeceğimiz inancını, umudunu taşıyorum kalbimde...".

Hayatında yapmayacağına dair bahse gireceği her şeyi o adam için yapabilirdi.
Kızdığında (ki bunu sık sık yaşıyorlardı) onu seyretmeyi çok seviyordu. Aslında biliyordu ki öfke duyuyordu ona, çok kızgındı ama nedense onun o haline de aşıktı; keskin, sinirli bakışları, o sıcacık adamın soğuk, uzak duruşu ama bir o kadar da sevecen ve bırakmayacak hali...

Gözleri, bakışları onu mest ediyordu; o baktığı zamanlarda kendini güzel, değerli, başarılı hissediyordu. Dünyasını oluşturuyordu o adam, filmlerdeki beğendiği aşkları onunla yaşıyordu, sokakta gördüğü ve hoşuna giden bir çift gördüğünde ikisini koyuyordu yerlerine, beğendiği aşk şarkılarındaki ikisinin aşkıydı, vitrinlerde gördüğü, beğendiği her erkek kıyafetini onun üzerinde hayal ediyordu; şimdisi, geleceği, hayali, umudu, istediği o adamdı, kahramanıydı (Hero'su)...

Hero'sunu bulmuştu ve bırakmayacaktı...

Hayat=O'ydu.

Herkes dilerim bu yeni yılda aşık olur ve aşkı yaşar, mutlu yıllar :)


Not: Heroes dizisine takıldım,çok belli değil mi :)), severek izliyorum, tavsiye ederim.